Pages

30 Ekim 2011 Pazar

BİZDEN OLMAYANLARDAN NEFRET EDEBİLME REHBERİ -1-


Madem bizden olmayanlardan nefret edeceğiz, bunu daha bilimsel yollardan yapmamızda fayda var diye düşündüm. Çünkü “Bak Allah belalarını verdi, deprem yarattı”  veya “Yahu şunlara bak gönderdiğimiz yardımları yağmalıyor, bunlar böyle azizim”  demek gerçekten bize, yani ırkımıza yakışacak yargılar değil.

Çünkü eğer “Allah belalarını verdi” dersek adama sorarlar Tanrı teker teker halledemiyor mu, neden o kadar Türk de ölüyor onlarla birlikte diye. Hele bazı ibneler eminim “yahu hac yolunda birbirini çiğneyerek toplu halde ölen Müslüman Türkler  nasıl ölüyor o zaman” diye sorarlar, eminim buna.

“Şunlara bak, yardımlarımızı yağmalıyor” dersek de, biri çıkar “ulan 99 depreminde diğer şehirlerden sırf yağma ve hırsızlık için gelenler de onlar mıydı? diye sorabilir, hakkıdır da.

Kardeşim sevmiyorsak sevmiyoruzdur. Niye böyle saçma sapan nedenler öne sürelim ki, di mi? Daha bilimsel yaklaşalım olaya. Biliyorum kendimizi sevmek için, kendimize “ırkçı” dedirtmemek için bu sevgisizliğimize nedenler bulmamız gerekecek. Bence bilimsel nedenler alalım, daha hoş durur.Ben yanıma Profesör Paul Bloom’u aldım, onunla beraber bize benzemeyenlere karşı empati duyamamamızın veya duymayı seçmememizin nedenlerini araştıracağız.

AHLAKİ HİSLERİMİZ

Öncelikle empatiden başlayalım, nedir empati? En basit anlamıyla empati, senin acının benim için ne ifade ettiğidir. Eğer sen acı çekiyorsan (Türk arkadaşım, kandaşım), farklı bir derecede de olsa benim için de acı vericidir bu. Üzgünsen, bu benim ruh halimi de değiştirir. Çünkü ben sosyal bir varlığım, herkesle sıkı sıkıya bağlıyım ve her şey beni etkileyebilir. İnsanların doğru düzgün okumadan bencil, ibne, şerefsiz diye niteledikleri Adam Smith şöyle der,

“Bir el havaya kalkıp bir başka insana vuracak gibi olduğunda kendimizi geri çekeriz. Hatta darbe o insanın koluna veya bacağına geliyorsa biz de kendi kol ve bacaklarımızı geri çekeriz. Birinin kasıklarına vurduklarında  içimiz gider ve parmağını çekiçle vurduklarında ise sanki kendimize yapılmışçasına sinebiliriz.”

Bebekler de yanlarındaki bebekler ağladıklarında ağlamaya başlarlar. Şimdi “o bebekler gerizekalı, diğer bebeklerin ağlamasını kendi ağlaması sanıyorlar, acı çektiklerini düşünüp ağlıyorlar” diyebilirsiniz, lakin bilim insanları bebeklerin kendi ağlamalarının ve diğerlerinin seslerini  kaydetmişler ve sonuçta bebeklerin diğer bebeklerin ağlamasına kendi ağlamalarından daha farklı / daha çok tepki verdiği ortaya çıkmış.

Şempanzeler için de kendi türdeşlerinin acılarının onlar için caydırıcı olduğunu biliyoruz. Bir deneyde bir şempanzeyi ortasında bir kaldıraç olan bir odaya koyuyorlar. Şempanze kaldıraca vurdukça karşılığında yemek alıyor. Akıllı bi hayvan için kolay sonuç, kaldıraca vur, yemeği kap, mis. Ama işte yanda bi oda daha var ve aralarında bi pencere var. Yan odaya  başka bi şempanze koyuyorlar ve bizimkisi kaldıraca vurdukça hem yemek geliyor hem de yan taraftaki şempanzeye elektrik şoku veriliyor. Hayvancağız da bağırıyor tabi ( bu tür deneyler artık yapılmıyor ) Bizim şempanze de çıkmaza giriyor, kendini beslemek için diğerine acı vermek zorunda. Şempanzelerin huyudur, kendilerini öldürecek kadar aç bırakamazlar. Yine de bizimkisi diğer şempanze acı çekmesin diye uzun bir zaman yemek yemiyor.

Yalnız diğer odadaki şempanzenin yerine tavşan koyduklarında, bizimkisi hiç sallamıyor, hatta bazen üst üste basıyor o kaldıraca tavşancık acı çeksin diye. (Buldum biz şempanzeyiz, onlar tavşan… ı ıh olmadı bu, türlerimiz aynı çünkü :/ )

Tabi empati kurmak ahlakla mantıken bağlı değil. Seri katillerin empati yoksunu ama bir o kadar da mantıklı olabildiklerini biliriz.  Aristo bu durumu şöyle özetlemiş vakti zamanında: “Seni acı içinde görebilirim, bu bana acı da verebilir, ama bu demek değildir ki sana iyi davranacağım. Senden kaçabilirim, kafamı çevirebilirim ve hissettirdiğin bu acı için seni suçlayabilirim” hmm, depremde ölen çocukları görmeme rağmen nasıl da hala “belalarını verdi” diye çemkirebildiğimi açıklıyor bu sanırım.

Yalnız bildiğimiz bir şey var, o da herhangi bir deneyde bir insanı empati kurmaya teşvik edebilirsek, o insanların neler hissettiklerini daha iyi anlamalarını sağlayıp, dolayısıyla onlara karşı daha duyarlı davranmaya başladıklarını gözlemleyebiliyoruz. İnsanlar farklılaştıkları konularda bile oldukça yoğun bir biçimde empati kurabiliyorlar. Genelde yüksek empati sahibi insanlar, düşük empati sahibi insanlara nazaran daha nazik insanlar oluyorlar.

Ama empati dediğimiz şey de insan yeteneği gibidir. Bazılarında çok, bazılarında az vardır, bazılarında hiç yoktur ki bunlar genelde seri katil, diktatör falan oluyor. İşte bazı ünlü seri katillerin ve hırsızların empati hakkındaki düşünceleri:

“Niye onların ne hissettiğini önemseyeyim ki? Ben o değilim”
-       
           Kör insanları soymakla ustalaşmış 13 yaşındaki bir soyguncu. Mantıksal olarak tamamen doğru, insani yönden bir o kadar duygusuz.

“ Her zaman öldürmeye yatkındım, ne  zaman karşımdaki insanların hislerini hissetmeye başlasam, bunu durdurabiliyordum ve  yapacağım şeyin çok kötü bir şey olduğunu her zaman biliyordum, yine de yapıyordum”
-       
             Gary Gilmore, seri katil

“İnsanlar neden öldürdüğüm bu kadar insan için yaygara koparıyorlar anlamıyorum, sonuçta bi ton insan var dünyada”
-        
             Ted Buny, seri katil. Yine gayet mantıklı, gayet duygusuz ve merhametsiz.

Azınlıklarla aynı tür (homo sapiens) olduğumuza göre olaya başka bi noktadan bakmakta fayda var: 

Gruplar

Sevmekte, önemsemekte, hoşlanmakta, acısı bizi ilgilendirende, bunların hepsinde taraflıyız. Çocuklarımızı arkadaşlarımızdan, arkadaşlarımızı ise tanımadıklarımızdan daha fazla önemseriz, ve bu normaldir.
Kendi grubumuzu kayırabileceğimiz her durumda kayırmaya meyilliyiz. Bir çok gruba dahiliz, erkekler grubu, kadınlar grubu, Fenerliler, Beşiktaşlılar, Kemalistler, solcular, liberaller, Türkler, Kürtler vs vs. Ve sosyal algılama ve sosyal davranışlarımızda mevcut olduğumuz gruplar bizim için çok önemli.

Düşünsenize, yeteri kadar nöron sahibi olmamıza rağmen bariz bir penaltı poziyonuna bin kere tekrarını izledikten sonra bile itiraz edebilmeyi neyle açıklayabiliriz başka? Vicdanımız olduğu halde, iyi insanlar olduğumuz halde  çocukların, kadınların, suçsuzların öldüğü bir depremi nasıl tanrının laneti olarak görebiliriz? Nasıl batı demokrasisi sevdalısı olduğumuz halde Atatürk’ü eleştirtmeyiz asla? Nasıl mevcut zulümleri gördüğümüz halde iktidara laf söyletmeyiz? Sivilleri  öldüren bir örgütü nasıl savunuruz? Ölmüş bir adamı tekmeleyen askeri  nasıl  olumlarız? Ait olduğumuz gruplarımız ve bu grupların ahlaki hislerimize yaptıkları etkiler sayesinde. Buna en iyi örnek Robbers Cave deneyidir.



Öncelikle şunu söyleyeyim, bu ünlü Robbers Cave deneyini yapan kişi Muzafer Sherif’tir.  (asıl adı Muzaffer Şerif Başoğlu)

Kendisi İzmir doğumludur, Amerika’da öğrenim görmüştür, Türkiye’ye dönüp ırkçılığı ve turancılığı eleştirmiştir. 1944’te TKP davasında tutuklanmıştır. Gayet normaldir, kesin bi puştluk yapmıştır çünkü, bizim savcılarımız, hakimlerimiz, iktidarlarımız hep haklıdır. Daha sonra 1945’te çıkıp Amerika’ya geçmiştir ve iyi ki de öyle yapmıştır, böylece dünyaya büyük hizmetler verebilmiştir. Robbers Cave deneyi belki de en önemli hizmetidir.

ROBBERS CAVE DENEYİ

Deneyde 11-12 yaşındaki çocuklar denek olarak kullanılıyor. Hepsi iyi yetiştirilmiş, zengin ve aynı ırka mensup çocuklar.  Deney yeri bir yaz kampı. Çocuklar tatil için orada olduklarını sanıyorlar ve birbirlerini tanımıyorlar. Amaç çocukları “rastgele” (burası önemli) iki ayrı gruba ayırmak ve izlemek. Çocukları iki ayrı gruba ayırıyorlar ve çocuklar iki ayrı binalarda birbirlerinden habersiz bir şekilde kampa başlıyorlar. Kendilerine isim bulmaları isteniyor, bir grup kendilerine “Kartallar” derken diğeri kendilerine “Yılanlar” diyor. Bir hafta diğer grubun farkında olmadan kendi binalarında kaynaşıyorlar. Daha sonra gruplar birbirleriyle karşılaşıyorlar ve beraber zaman geçiriyorlar. Ortak yarışmalar düzenleniyor ve başta her şey eğlenceli giderken gruplar arası gerilim giderek artıyor.

Artık Kartallar grubu için kendi üyeleri, Yılanlar grubu için kendi üyeleri çok daha önemli olmaya başlıyor.  Grup içi dayanışmalar ön plana çıkıyor. Bu dayanışmalar sayesinde grup elemanları git gide birbirlerine benzemeye başlıyorlar (ahlaki yönden) ve ortak kültürleri oluşuyor. Örneğin Kartallar kendilerini Yılanlara göre daha temiz ve asla küfretmeyen saygıdeğer çocuklar olarak görürken, Yılanlar’ı ise pis olarak görüyorlar. Yılanlar ise kendilerini bıçkın, Kartallar’ı “iyi aile çocukları, sünepe” olarak görüyorlar. Ve dediğimiz gibi, bu çocuklar başlangıçta rastgele gruplara ayrılmıştı.

Gruplar kendilerine bayraklar yapıp, marşlar hazırlıyorlar, gruplar arası farklılıklar arttıkça, birbirlerine karşı agresiflik de artıyor ve en sonunda Yılanlardan bir eleman gidip Kartallar’ın bayrağını yakınca iş çığrından çıkıyor ve Psikoloğumuz devreye giriyor.

Psikoloğumuz Şerif, deneyinde başarılı olduğunu görünce(homojen bir gruptan farklı iki kültür yaratabilmek) artık deneyin diğer kısmına geçiyor. Grupları barıştırmak.

Önce iki gruptan temsilciler alınıp barış müzakereleri başlatılıyor. Kaç kere dedim Yılanlar terörist, teröristlerle Kartallar masaya oturmaz diye ama dinletemedim.  Müzakerelerde amaç agresifliğin ve küfrün bitmesi. İşe yaramıyor, işe yaramadığı yetmediği gibi müzakerelere katılan temsilciler de hain damgası yiyip gruplarından uzaklaştırılıyor.

Bu sefer grupları bölmek için, grup olarak değil de bireysel olarak katılabilecekleri olimpiyatlar tarzı yarışmalar düzenleniyor. Bu da işe yaramıyor.  Eninde sonunda yarışma yine Kartallar – Yılanlar çekişmesine dönüşüyor.

 Ortak noktalarda yemek servisi yapılıyor kaynaşma olsun diye. Bu sefer yemek kavgası çıkıyor, daha fazla sataşma, daha fazla küfür. Her gruba ayrı ayrı “kardeş ve komşu sevgisi” anlatacak dini vaizler gönderiliyor. Ama bu da işe yaramıyor. Hatta işin ilginç yanı, çocuklar bu vaizlerin vaazlarını can kulağıyla dinleyip, vaizlere büyük saygıda bulunuyorlar.  Ama vaiz mesela “komşunu sev!” dediğinde bir Yılanlar grubunun üyesinin anladığı şey “Tabi ki komşumu seveceğim! Çünkü o da Yılanlar grubu üyesi, ve zaten onu seviyorum da, çünkü Kartallar gibi pislik değil!!” olunca, tabi ki bi işe yaramıyor.

İşe yarayan tek şey “ortak amaç – ortak düşman” oluyor. Psikolog Şerif her iki gruba da “beyler su sistemimiz ne yazık ki kimliği belirlenemeyen bazı kişilerce bozulmuş, bu yüzden hem kendimizi korumalıyız hem de musluğu tamir etmeliyiz” deyince, çocuklar birlik olup, hem olmayan düşmana karşı su sistemlerini koruyorlar hem de susuz kalmamak için hep beraber musluk inşa ediyorlar. Ve “ortak düşman” yani uzaylılara karşı bütün dünyanın birleşmesi gibi Kartallarla Yılanları da birleştiriyor.

Ne kadar süper değil mi, bu çocukların ne dinleri, ne dilleri ne de ırkları farklıydı, yetişme tarzları bile aynıydı. Böyle ayrılmış gruplara biz “minimal gruplar” diyoruz. Şimdi minimal gruplara başka trajikomik örnekler verip bölümü bitirelim.

Psikolog Tajfel’in deneyinden  bahsedelim mesela. Tajfel deney grubuna bazı modern sanat resimleri gösteriyor ve aldığı cevaplardan onları “rastgele” (yine önemli) “Klee hayranları” ve “Kandinsky hayranları” diye ayırıyor.  Araştırma sonunda Klee hayranlarının birbirlerine daha yakın hissetmelerinin yanında, onlara göre Klee hayranları Kandinski hayranlarına göre daha zekiler. Aslında başlangıçta söylediğim gibi, bu insanlar Tajfel onları grupları ayırmadan önce Klee hayranı bile değillerdi!

Daha da komiği, benzer deneyi sadece para atışıyla da yapıyorlar. Herkes elindeki madeni parayı havaya atıyor ve yazı gelenler bir grup, tura gelenler ayrı bir grup oluşturuyor. Aynı sorular soruluyor ve aynı cevaplar alınıyor, herkesin grubu akıllı, herkes memnun grubundan. Ve grup elemanlarına dağıtmak için para verildiğinde parayı alan, ortak tek noktası attığı madeni paranın yüzünün aynı geldiği arkadaşlarına parayı daha torpilli dağıtıyor.

Sonuçta gruplar bireylerin ahlaki hislerini belirlemede yüksek derecede etkili oluyor. En okumuş/ duygusal insan bile kendi grubunun kendine göre iyiliği için bir başka grubun acı çekmesini görmemezlikten gelebiliyor.  

“Ahlaki Hislerimiz” konusu burada bitiyor, bir sonraki konumuz “Ahlaki Yargılarımız" (Başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilirsin diyorsun, evimde bayrak yakabilir miyim?) konusu olacak. 



                          Adamın yerinde olmak, çocuğun yerinde olmak,
                                        seyredenin yerinde olmak...





Sadece arkadaşız.

Pis Seksist Zenci Dave Chappelle !

29 Ekim 2011 Cumartesi

Yeni Nesil Prezervatifler

                                                  "Sadece Yap!"

"Gökkuşağının tadına bak!"

"Bayılıyorum ona"

"İmkansız hiçbir şeydir!"

"içeri ve dışarı"

"Bir kere başlarsan, bir daha durduramazsın!"

"Parmak yalamak iyidir!"

"Hepsini yakalayacağım!"

"İstediğin gibi olsun"

"Durmadan gider...gider...gider..."

"Beraber oynamak iyidir."

"İçinde mi?"

"Canavarı özgür bırak!"

"Yapabilirsin, yardımımızla."

"Ağzında erir, ellerinde değil!"

28 Ekim 2011 Cuma

Yaşamış En Gizemli Adam, Oğlunun Adını Neden Atatürk koydu?

 
Bu adam, oğlunun adını neden Ataturk koydu?

Aleister Crowley, (1875–1947) yeryüzünün gelmiş geçmiş en gizemli herifi belki. Ben kendisiyle Umberto Eco’nun “Foucault Sarkacı” nda karşılaşmıştım. Kitap yüzlerce tarikattan ve insandan bahsetsede Aleister Crowley’den uzun uzun, gizemli bir şekilde bahsediyordu.  Eleman bi kere İskoç ritine göre 33. dereceden, yani en yüksek seviyeden mason. Aynı zamanda Doğu Tapınağı Tarikatı  ( Ordo Templi Orientis) ve Altın Şafak Hermetik Cemiyeti  gibi bir çok tarikata üye olduğu yetmiyormuş gibi, abimizin kendi dini de var: Thelemea.

E dini olanın disiplini de olur. Disiplini olanın da kutsal kitabı olur.  Kitabının ismi “Liber Al Vel Legis”  yani “Kanun Kitabı” Açtım baktım ne diyor bu kitap. Tamam içinde Kitabı Mukaddes’te olduğu gibi  bi Sodom  ve Gomorra hikayesi geçmiyor; öyle eve uğrayan erkek melekler, ve onu becermek isteyen ahali, erkek melek yerine kızlarını tavsiye eden ev sahibi,ahali  ille de erkekleri isteriz diye diretince bu eşcinsellerin  üstüne meteor fırlatan tanrı falan yok.(telvin 18-19)  Ama yine de kendince sapkınlıkları var, örneğin:

23. Parfüm için un ve bal karıştır ve kırmızı şarabın kalın kalıntılarını, sonra Abramelin’in yağını ve zeytinyağını, sonra yumuşat ve onu bol taze kan ile düzleştir.

24. En iyi kan aylık olanıdır, sonra bir çocuğun taze kanı veya; gökyüzünün garsonundan damlayan, sonra düşmanlarının kanı, sonra rahibin veya tapınanın, sonra (ise) bir hayvanın ki, hangisi olduğu fark etmez.

25. Bunları yak; onlardan kek yap ve benim adıma ye. Bunun başka bir yararı daha var. Onları önüme koy, iyi örtülmüş vaziyette; senin iltifat şarkılarının kokularıyla. Onlar eşit şekilde böceklerle dolacak ve yerde yürüyen bir sürü şeylerle, bana kutsanmış olan.

26. Onları öldür ve o arada düşmanlarını say, ve onlar önünde düşecek.

27. Aynı zamanda onlar içinizde tutku ve güç uyandıracak, şayet onlardan yiyecek olursanız.

Bunda daha çok irade gücü, satanist ritüeller, diğer dinlerin yok sayılması ve gelecek çocuk için kehanet(deccal?) vs vs.  var. Sonuçta Crowley’e göre bir çağ  bitiyor ve kendisinin peygamber olduğu yeni çağ başlıyor. Aslında oldukça sıkıcı ve yaratıcılıktan uzak bir hikaye, en az on farklı yerde duydum aynı hikayeyi. Yine de bu adam sonuçta mason üstadı, aynı zamanda şair, dağcı, gezgin, ressam, astrolog ve birçoklarına  göre satanist, büyücü ve belki de şeytanın ta kendisi. Aynı zamanda oğlunun adı Ataturk.


Tabi bu adam Rock dünyasından da bir çok isme ilham veriyor. Beatles’ın  “Sgt Pepper’s Lonely Hearts Club Band” ve Led Zeppelin’in  “4” albümünde Crowley’e gönderme var.  “ Ozzy’nin ise ünlü “Mr Crowley” i, Aleister Crowley’i anlatır.

Led Zeppelin’in ünlü gitaristi Jimmy Page  ise tam bir Crowley hayranıydı. Aynı zamanda Ordo Templi Orientis tarikatına üye olduğu dasöylenir. Kendisi Crowley’in yaşadığı evi/şatoyu satın almakla kalmamış, aynı zamanda bir kitapçı alarak, Crowley kitapları basmıştır. Hiçbir zaman Thelemea dinine bağlı olduğunu söylemese de, Crowley hakkında düşünceleri sorulduğunda hayranlığını gizlememiş:

“Crowley 20. Yüzyılın yanlış anlaşılmış dehalarındandır.  Aslında onun tek yazdığı, insanın kendini özgürleştirmesi  gerektiği. Çünkü bizi sınırlayan her şey bizi suça, cinayete, ve deliliğe götürür. Yeni gelen teknoloji çağı ve yabancılaşma, kendimizden uzaklaşma, bize O’nun ne kadar haklı olduğunu gösteriyor.”

Tabi şimdi, “ulan pezevenk, çocuk kanı içmeyle insanın özgürleşmesinin ne alakası var?” diyebilirsiniz. Bugün kutsal kitaplardaki “sevimlileştirme” politikası, yani ya-aslında-orda-kadını-öldür-demek istememiş-hafifçe-uyarıver-demek-istemişgiller bu kutsal kitabımız için de geçerli. Yani oradaki çocuk = bakire,  kan = sperm,  savaşmak = sevişmek , öldürmek=  boşalmak anlamında simgeleşmişmiş. Vay. Kutsal kitaplara bayılıyorum, bir kelimeyi kendi anlamı dışında bütün anlamlarda kullanabiliyorlar.

İşte bu adamın yalnızca bir çocuğu oluyor, ve O da ismini “Aleister Ataturk” koyuyor. Çünkü denilenlere göre Mr. Crowley bir Atatürk hayranı.

Hatta bu amcanın Orflame adlı şiir kitabında Ataturk’e ithaf ettiği bir şiir var: “Gone are the ghosts and gods” (Gidenler hayaletler ve tanrılar).  Şiir şöyle bitiyor:

“To the memory of
Mustapha Kemal Pasha Ataturk:
For my old friend and pupil,
majör-general John Charles
Frederick Füller
And my son Aleister Ataturk.”

Yani, “Mustafa Kemal Ataturk’ün anısına, eski dostum ve öğrencim (gözbebeğim) J.C.F. Füller’e ve oğlum Aleister Ataturk’e.”

Oğlu daha sonra üç kere isim değiştiriyor, gizli bir şekilde büyüyor ve ölüyor. Kimse nedir ne değildir bilmiyor. Bende işte burda kafayı yiyorum. Bu dünyaca ünlü adam, okültistlerin, gizemcilerin, hermetiklerin tapındığı adam oğluna neden Ataturk ismini verdi?

 











resimde oğlu Ataturk'le.